avukat türkan aydın
Transcripción
avukat türkan aydın
Iğdır Sevdası AVUKAT TÜRKAN AYDIN Kız çocuğusun... 1930’lu yıllarda Iğdır’da doğmuşsun... Liseyi İstanbul’un iyi bir lisesinde yatılı bitirip avukat olmuşsun... Doğduğun topraklara dönüm görev yapıyorsun.. Avukat Türkan Hanım, bu özellikleriyle bir Iğdır ilki olma hakkını çoktan kazanmıştı. Ama onu ön plana çıkartan yanı; modern düşünceli ve mücadeleci kimliği, kadın haklarına toplumda kazandırdığı saygı ve itibar idi. Hayatım 1931 Iğdır doğumluyum. Babamın adı Hüseyin; dedemin de Hacı Kulu idi. Doğma büyüme Iğdırmava kökenli olan ailemize halk arasında “Mailoğulları” denirdi. Nenem genç yaşta vefat edince, Hacı Kulu, Kürt kökenli Mahmut Durukan’ın kızı Eyşe Hanım’la evlenmişti. Babam üvey annesinin elinde büyümüş, ondan büyük sevgi ve ihtimam görmüştü. Üvey annesiyle haberleşme ve ona olan bağlığı, babamın Kürtçe’yi mükemmel konuşmasına neden olmuştu. Hacı Kulu’nun, Eyşe Hanım’dan bir kızı olmuş; o da İbrahim Aras’la (Bağır Aras’ın kardeşi) evlenmişti. Anne tarafım, aslen İran’nın Yekan kasabasındandır. Söylentiye göre Kürt nüfusun yoğun olduğu kasabadaki Azerilerin bir kısmı, iki kol halinde, Kaça-Kaç’tan çok önceki bir dönemde Türkiye’ye giriş yapmışlardı. Bir kol Doğubeyazıt ve Ağrı’ya yönelmiş; diğer de Iğdır’a gelmişti. Sonraki yıllar, birbiriyle akraba olan bu iki kol arasında etnik kimlik bakımından ilginç polemik yaşanmıştı. Aradan geçen zamanla bir kol kendisini “Kürt”, diğeri “Azeri” olarak bilmiş ve öyle olduğuna inanmıştı. Biri diğerini, “Siz Azeriler içinde yaşadığınız Azerileştiniz” derken, karşı taraf, “Siz Kürtler içinde Kürtleştiniz” diyerek kendisini savunmuş. Bu hoş ve ilginç polemik sanırım bölgemizin kültür zenginliğinin değişik etnik kimlikler arasında ne kadar iç içe girmiş halde geliştiğini ve birlikte var olduğunun güzel bir örneğidir. Iğdırmava’daki evimiz Nağı Bey’in eviyle karşı karşıyaydı. Bağ ve bahçecilikle uğraşan Nağı Bey’in asil ve zengin bir aileden geldiği belliydi. Kızları Süheyla, yaşça benden büyüktü, ama giyim kuşamındaki zarafet gözümüzden kaçmaz, gıpta ederdik. Muzaffer Bey ve Kerem Zengi ailesiyle iyi dosttuk. Kadir Baykal ve Bağır Aras’la akraba sayılırdık. 245 Türkan Aydın Iğdır’da Rus Adliyesi Rus yönetimi zamanında Adliye binası eski belediye binasının içindeymiş. Cumhuriyet döneminde yeni bir Hükümet Konağı ve Adliye binası kurulması için teşebbüste bulunulmuş, dayım Mehdi Ayaz’a ait yer -bugünkü Valilik binası- istimlak edilerek üzerinde iki katlı bir bina çıkılmıştı Bu binanın üst katı kaymakamlığa, alt katı da adliyeye tahsis edilmişti. “Bıregaro! Bıregaro!” Rus hakimlerine “Bıregaro” denirmiş. Bir gün Iğdır’da adamın biri öküz çalma suçundan mahkemeye çıkarılmış. Rus hakim, hırsıza ağır ceza vermiş. Bu kadar büyük cezayı beklemeyen sanık iki öküz vererek cezadan kurtulacağını ümit etmiş: “Bıregaro! Bıregaro! Aahaa zırt Bıregaro! Yemişim bir öküz al sana iki öküz!” “Sıcak yer, katığım da yanımda...” Iğdır’da kış ayları çok soğuk geçermiş. Köylünün birisi her gün ekmeğini ve katığını bir bohçaya koyup Adliye binasına gider, duruşma salonun en arkasındaki sıraya oturup mahkeme kapanıncaya kadar bir yere ayrılmazmış. Bu davranışı oradakilerin dikkatinden kaçmamış. Merak edip sormuşlar: “Baba hayrola! Davan yok niye her gün gelip burada bekliyorsun?” “Sıcak yer, katığım da yanımda, daha nereye gideyim ki evlat!” Sağlık Mücadelem İlkokul birinci sınıfı Iğdır 12 Kasım İlkokulu’nda bitirip ikinci sınıfa geçmiştim. Bir zamandan beri dizimin altında çıkan bir sivilce beni rahatsız ediyordu. O yaz yaylaya Kars’a gitmiştik. Bir gün caminin avlusundaki çeşmenin yanı başında koşarken düştüm. Sivilcenin olduğu yer kanadı. Herhalde mikrop almış olmalı ki ayağım şişti ve ağrılarım fazlalaştı. Böyle durumlarda hemen doktora gidilmezdi. Beni önce kırıkçı çıkıkçı türünden biri mahalle hekimine gösterdiler. O da hamurları yakıp yaranın üzerine bastırdı. Durumum iyileşeceğine daha da kötüleşti. Kangren gibi bacağım simsiyah olmuştu. Çaresi kalıp beni Kars’ta ki bir hastaneye yatırdılar. Ameliyat edip kalça kemiğimi çıkardılar. Fakat kendimi hala iyi hissetmiyordum. Tedavi için bu kez babam İstanbul’a götürmeye karar verdi. Sağlık sorunlarım yüzünden iki yıl okul hayatından uzak kalacaktım. Bacağımdaki rahatsızlık üniversiteden mezun oluncaya kadar bana sürekli ağrı ve ıstırap veriyordu. Yanlış ameliyatlar sağlığımı bozmuş kemik 246 Iğdır Sevdası veremine yakalanmıştım. Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra Almanya’da sendikacılık yapan kardeşimin isteği üzerine oraya gitmiştim. Ağabeyimin, Mehmet Ali adında İzmirli bir doktor arkadaşı vardı. Beni yanına alıp Nürinberg’teki bir hastaneye götürdü. O günü hiç unutamıyorum. Ayağımın röntgeni çekildi. Uzman doktor filme dikkatlice baktı sonra heyecanla arkadaşlarını odaya çağırdı. Çok geçmeden birbirine bağlı iki oda doktorlarla dolup taştı. Kendi aralarında Almanca konuştukları için ne söylediklerini anlayamıyordum. Ama içimde bir korku uyanmıştı, “Acaba tedavisi zor bir hastalığa mı yakalanmıştım?”. İzmirli arkadaşla baş başa kaldığım bir an ona ne olup bittiğini sordum. “Mehmet Ali Bey doğrusunu söyleyin hastalığım ne?” “Alman doktorlar çok kızgın. Önceki ameliyatı acaba bir kasap mı yaptı, diyorlar.” Bu hastane ameliyata alındım. Ancak “Emboli” denilen kan pıhtılaşması olunca iki kez komaya girdim. Hayati tehlike olur diye ameliyattan vazgeçtiler. Bundan sonra da hiçbir şekilde ameliyat olmamam yönünde uyarıda bulundular. O günden beri durumumu kabullenip yaşam mücadeleme devam etmekteyim. O Taylı Bu Taylı Iğdır’a yerleşik “Yerli Azeriler”le 1920’den sonra Türkiye’ye gelen “Muhacir Azeriler” arasında kendiliğinden bir gruplaşma olmuştu. Aras nehrinin öte yanından yani Azerbaycan’dan gelenlere “O taylı”, bu tarafta olanlara da “Bu taylı” lakabı takılmıştı. Konuşma ve sohbet sırasında sıkça birbirlerine sorarlardı: “Siz o taylısınız yoksa bu taylı?” Muhacir Azeriler birbirlerini çok destekler ve her fırsatta akraba çıkarlardı. Yerli Azeriler bu durumu alaya alırlardı: “Aras’tan geçerken kıçları birbirine değmiş, akrabayız diyorlar.” Muhacir Azeriler zengin ve ticaretle uğraşırlardı. Eğitim, kültür, yemek içmek, giyim kuşam zevki bakımından da hayli ilerdeydiler. Böyle olunca “Yerli Azeriler”i hor görür, onların köylü davranışlarını içlerine sindiremezlerdi. “Yerli Azeriler”in yoğun olarak yaşadığı yer İdirmava’ydı. Gerçi İdirmava’da bir hayli “Muhacir Azeri” evi de vardı ama bu mahalleyi gönülden tercih etmezlerdi. “Muhacir Azeriler” ilk yıllar Kars’a yerleşmeyi tercih etmişlerdi. Modern giyim kuşam, tiyatro ve sinemasıyla Kars tam anlamıyla bir kültür şehri olmuştu. Bakü’deki yaşam kalitesini Kars’a taşımışlardı. 247 Türkan Aydın Bakü kültür ve sanat şehriymiş. Şehirde öylesine laik bir hava esiyormuş ki ünlü şair Sabir şöyle demiş: Cin görürem can görürem korkmuram! Harda müselman görürem korkuram korkuram... (Azerbaycan’ın ünlü şairi Sâbir Tahirzade’nin ‘Korkmuram!’ adlı şiirini Ekinci Gazetesi’nin 19 Ekim 1954 tarihli nüshasında görünce, bu güzel mısraların tamamını okuyucularıma sunmak istedim. Mücahit) Korkmuram! Pay piyade düşürem çöllere harı mugeylân görürem, korkmuram Seyredirem berri biyabanları gul biyaban görürem, korkmuram Gâh oluram behride zürkü nişim dalgalı tufan görürem, korkmuram Gâh çıkaram sahile her yanda bin vahşi garan görürem, korkmuram Gâh Şevki tek düşürem dağlara yangılı volkan görürem, korkmuram Gâh enirem saye tek ormanlara yırtıcı heyvan görürem, korkmuram Yüz koyuram gâh nesitanlara bir sürü arslan görürem, korkmuram Makbere likde edirem kâ,mekân kabirde hortdan görürem, korkmuram Menzil olur gâh bana viraneler, cin görürem, can görürem korkmuram Harici mülkünde da hatta gezip çok tuhaf insan görürem, korkmuram Bu kürrei arzda men muhteser, muhtelif elvan görürem, korkmuram Leyk bu korkmazlık ile doğrusu Ay dadaş, Vallahi, Billahi, Tallahi Harda müselman görürem korkuram Bi sebep korkuram veçhi var: Neyleyim âhir bu yok olmuşların Fikrini kan kan görürem korkuram... korkuram... korkuram... korkuram Haydar Yüksel’in Öldürülmesi 1930’lu yıllarda Iğdır’ın en zengini Haydar Yüksel idi. Üç kardeş beraber büyük bir manifatura mağazası işletiyorlardı. Bir gün amca çocuklarıyla kız isteme yüzünden ters düştüler. Kızı başka birisiyle evlendirilince intikam almaya kalkıştılar. Tabii zenginliğin neden olduğu bir kıskançlık da vardı. İlk denemede kurşunla yaraladılar. Ama ikinci de, Haydar Yüksel evinin kapısından içeri girerken vurularak öldürülmüştü. Olay Iğdır’ı ayağa 248 Iğdır Sevdası kaldırmıştı. 5-6 yaşlarında bir çocuktum. Evin kapısındaki kurşun izleri yıllarca hafızamda canlı olarak kaldı. Haydar Yüksel’in öldürülmesinden sonra ticaret yavaş yavaş “Parlar” ailesi ve diğer muhacir grupların eline geçti. (Iğdır’ın önemli tacirleri “Yüksel” ve “Baykal” aileleri İran’ın Yekan kasabasından gelmişlerdi.) Yayla Günlerimiz Yaz aylarında Iğdır’ın sıcağı dayanılmaz olurdu. Kasabanın zenginleri evlerini yükler, yaylalarda kısa bir mola verirlerdi. Hayvancılık yapmazlardı ama çadırlarını Kürt obalarından birinde açarlardı. Bizim ev genellikle Zor yaylasına,Torunlardan Ali Bey’in obasına inerdi. Sebze ve yiyeceklerimiz Iğdır’dan gelirdi. Yalnız et için koyun kesilirdi. Tüccarlar ve ileri gelenler, Cuma akşamı yaylaya gelip Pazartesi sabahleyin işlerinin başına dönerlerdi. Babam da bunlardan birisiydi. Babam atına atlar, Iğdır’la yayla arısını tek başına kat ederdi. Bu yolculuk her zaman tehlikesiz ve belâsız olmazdı. Bir gün babam Zor Vadisine yakın bir yerden geçiyormuş. Yorgunluk bastırınca kısa mola vermiş. Ne de olsa yayla havası, oturduğu yerde uykuya dalmış. Aradan ne kadar zaman geçmiş bilinmez ama babam yüzüne sert bir tokatla uyanmış. Gözleri fal taşı etrafa bakınmış ama kimse yok! Tokadın acısını hâlâ yüzünde hisseden babam, atına atlayıp, dörtnala uzaklaşmış. Babam bu olayı anlattığı zaman, anlaşılmaz bir korkuyla sarsılır, “Zor Vadisi tekin değil!” derdi. Kürtçe Tekerlemeler En büyük zevkimiz oba çocuklarıyla bir araya gelip oynamaktı. Bu oyunların birinde hep birlikte nakarat halinde, “Deve deve hêc, pore te kır geç” “Çı dıxwe nerme gehe, çı dılızi....” Kürtçe tekerlemeleri söyler oynardık. Babamın Kürtçe Tutkusu Babamın üvey annesi Kürt’tü. Kürtçe’yi gayet akıcı ve düzgün konuşurdu. Hastalığım nedeniyle babamla beraber İstanbul’a yolculuk ediyorduk. Trene Erzurum’da binmiştik. Kompartımanımıza askeri hemşire ve babası iki kişi bindiler. 249 Türkan Aydın Önümüzde uzun bir yolculuk vardı ama yabancı adam konuşmaya ve sohbet etmeye pek istekli değildi. Babam genç kızla biraz sohbet etti. Kürt olduklarını anlayınca dilini Kürtçe’ye çevirdi. Konuşma uzayınca adam babama bazı garip itiraflarda bulunmuştu. Türkçe bilmiyordu bu yüzden kızı babasına konuşmayı yasaklamıştı. Kimse onların Kürt olduklarını bilmemeliymiş! Bereket babamın Kürtçe konuşma zevki sayesinde hep birlikte güzel bir yolculuk geçirmiştik. Öğrenim Hayatım İlkokulu 12 Kasım’da bitirdim. O yıl eniştem Eşref Kaya bizleri Kars’a götürmüştü. Eniştemin Kars’ta Terekeme dostları vardı. Hem onlara yakın olmak hem de Kars Palas otelini ve Avcılar Kulübünü işletmek görevini üzerine almıştı. Kars lisesinin orta kısmına kayıt yaptırdım. Birinci sınıfı okuduktan sonra tekrar Iğdır’a döndük. Ortaokul ikinci ve üçüncü sınıfları Iğdır’da okudum. Fetullah Kakioğlu, Medet Serhat ve Abdülbaki Barbaros hatırlayabildiğim sınıf arkadaşımdan birkaçıdır. Sınıfta üç kızdık. Diğer ikisi subay kızıydılar. Kandilli Kız Lisesi Iğdır’da lise yoktu bu yüzden ortaokulu bitirdikten sonra ailem beni İstanbul Kandilli Kız Lisesine yatılı gönderdi. Öyle zannediyorum Iğdırlı olup da yatılı lise okuyan ilk kızdım. Arkadaşlarımın çoğu batı illerinden gelmeydi. Kimse benim Azeri kökenli olduğumu bilmezdi, zaten böyle şeyler hiç konuşulmazdı. Edebiyat derslerinde Azeri şair Fuzuli ve Nesimi’nin şiirlerini en iyi ben açıklardım. Hatta hocamız bile benim bu özel yeteneğime (!) hayran kalır, “Türkan sen bunları nereden biliyorsun” derdi. İlk zamanlar, “Hocam evde benim özel bir lügatım var!” diye geçiştirirdim. Nedense, “Bu benim ana dilim” demeye cesaret edemiyordum ama sonunda daha fazla saklayamadım, Azeri olduğumu itiraf ettim. Lise bir ara dört yıla çıkarıldı. Dördüncü sınıfa geçtiğim yıl lise tekrar üç yıla indirildi. Bu yüzden benim dönem liseyi dört yıl okumak zorunda kaldı. Ankara Hukuk Fakültesi Gönlümde Eczacılık Fakültesini okumak vardı. 250 Iğdır Sevdası Eczacılık mesleği öğrenciler arasında oldukça popüler idi. Çok müracaat vardı. İlk tercihine giremeyen öğrenci açıkta kalıyordu. Benim başıma da bu geldi. Aldığım puan Tıp Fakültesinin gerektirdiği taban puanın 2.5 katı kadardı ama Eczacılığa yetmiyordu. Açıkta kalmamak için Ankara’ya gittim ama şansızlığıma tüm kayıtlar kapanmıştı! Öğrenci kayıt işlerinde çalışan Karslı bir müdürün yardımıyla Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım. Amacım bir yıl Hukuk okuduktan sonra tekrar Eczacılık Fakültesine girmeye çalışmaktı. Ancak Hukuk dersleri beni oldukça sarmıştı. Arkadaş grubumu da çok seviyordum. Böylece Hukuk Fakültesini okumaya karar verdim. Kız yurdunda kalıyordum. Param aileden geliyordu. Son yılı okurken, başarılı öğrencilere burs vermek için bir vakıf kurulmuştu. Müdire Hanım benim adımı listeye dahil etmişti, ama arkadaşlarımı terk edip başka bir yurda taşınmam istendiğinden önerilen bursu geri çevirdim. Meslek Hayatım 1961 yılında mezun olup hakimlik için müracaat ettim. Önce kabul edildim, ama uzun bir zaman atamam ihmal edilince, vazgeçip avukat olmaya karar verdim. İstanbul Tekel Baş Müdürlüğünün Muhakemat dairesinde çalıştım. 1962 yılında İstanbul Barosuna kayıt oldum. (O yıl eniştem Eşref Kaya rahmetli oldu.) 1967 yılında Iğdır’a dönmeye karar verdim. İdealist duygularım ağır basıyordu. Memleketime hizmet vermek, akrabalarıma yakın olmak istiyordum. Yola çıkmadan önce tecrübeli avukat arkadaşlar karşılaşacağım zorlukları tahmin ettikleri için bana uzun uzun nasihatte bulundular. İnsan psikolojisi ve avukatlık mesleğinin incelikleri hakkında yapılan bu telkin ve tavsiyeler sayesinde mesleğimle ilgili zorlukların bilincinde olarak yola çıkmıştım. Tuzluca Yıllarım Avukatı olmadığı için Tuzluca’ya tercih ettim. Iğdır’dan önce biraz tecrübe kazanmalı ve kendimi ispat etmeliydim. 1970 yılına kadar Tuzluca’da görev yaptım. Mera davaları aldığım için müvekkillerimin çoğunluğu Kürt idi. Kadın bir avukatın erkek ağırlıklı bir topluma uyumu tahmin edeceğiniz gibi kolay olamazdı (ya da tersi). Ta başından zorlukları göğüslemek durumundaydım. 251 Türkan Aydın Odadan içeri girdiğim zaman, müvekkillerimin ilk tepkisi oturdukları yerden doğrulmamak, benim varlığımı bilmezlikten gelmekti. Ne de olsa kendi evlerinde bu böyleydi. Sadece erkek birisi için ayağa kalkılır, saygı gösterilirdi. Ancak bu durum, sonraki ilişkilerimize de yansır, bana karşı saygıda kusur ve küçümseme hali devam ederdi. Buna engel olmak için, ta başından bir prensip kararı almıştım. Müvekkillerimden bunu isteyecektim. “Beyler benim için değil ama yasa için ayağa kalkın!” Tuzluca’nın Merzivan ve Naxırkıran köyleri arasında mera anlaşmazlığı olmuştu. Merzivan köyünün vekiliydim. Davayı kazanmıştım. Ertesi gün, Naxırkıran muhtarı yanında birkaç kişi büromdan içeri girdi. Üzüntülüydü. “Ah benim iki gözüm kör olsun, ben dedim Avukat Hanımı tutalım, köylüm, o avrattır bir şey beceremez, dedi” Hem ağlıyor hem de dizine vuruyordu. Beni En Çok Üzen Dava Sıra mahkeme kararını infaza gelmişti. Ciddi olayları tahmin etmiş, kaymakamı bu yönde uyarmıştım. Kaymakam topu topu dört jandarma göndermişti! Bunların bir köy kavgasını engellemesi mümkün olamazdı. Takviye jandarma isteğim de geri çevrilince muhtarı dört jandarmayla tedirgin yolcu ettim. Duyarsız kaymakam bu yetmezmiş gibi iki jandarmayı da yolda alıkoymuştu! O gün korktuğum başıma gelmiş, iki köy halkı birbirine girmişti. 5-6 sivil tedbirsizlik yüzünden hayatlarını kaybetmişti. Kaymakamı asla affetmedim. İki yıl kendisiyle tek kelime konuşmadım. Halk arasında, “Bu kaymakam hakkında davacı olan varsa dilekçesini bedava yazacağım” diye laf dolaştırdım. “Sen ne biçim okumuşsun...” Tuzluca’ya giden ilk avukat bendim. Belediye büro tahsis etti, birkaç sandalye verdi. Odanın bir köşesine de kitaplarımı dizdim. Bunlardan özellikle “Gayrimenkul Hukuku” adlı kitabım oldukça kalın ve gösterişliydi. Bir gün odama birisi girdi. Meramını anlattı ben de bunun bir “meni müdahale” olduğunu söyledim. Daktilonun başına geçip dilekçe yazmaya koyuldum. Adama ismini sorunca kalkıp gitmeye hazırlandı. “Ne oldu? Niye gidiyorsun?” dedim. Bana “Gayrimenkul Hukuk” kitabını işaret ederek: “Sen ne biçim okumuşsun, benim adımı bilmiyorsun. Bu kocaman kitapta mı benim adımı yazmıyor?” “Oooh! Kusura bakma! Yanlışlıkla senin adını yazmamışlar!” Geldi oturdu, dilekçesini yazdım. 252 Iğdır Sevdası Iğdır Yıllarım 1970 yılında Iğdır’a göreve başladım. Ataman Yalçın ve Zeki Kara avukat olarak görev yapıyorlardı. Hoşhaber köyünden Ali Karageyim yanımda stajyerdi. Bir yıl sonra da Muzaffer Öztekin geldi. Bu arada günü birlik Kars ve Ağrı’dan gelen avukatlar da oluyordu Bunlardan Bahattin Erdoğan ve İsmail Alaca aklıma ilk gelenler. Dağ Taş Demeden Keşif için sık sık uzak köylere ve meralara gitmek zorundaydım. Yine böyle bir gün Zor suyunun Iğdır’a verilmesiyle ilgili bir keşif işlemini üzerime almıştım. Kaymakamın tahsis ettiği bir ciple yanımda hakim ve birkaç jandarma, dağlara doğru yola koyulduk. Bazen keşif işlemleri uzar, gece yarısı fener ışığında bile çalışmak zorunda kalırdık. Keşif yerine yakın bir yerde Torun aşiretinin çadırları vardı. Kadınlar sacın başında ekmek pişiriyorlardı. Bir yandan çay kaynıyor, bir yandan da geniş sofraya kahvaltı için peynir ve tereyağı istif ediliyordu. Çocukluk yıllarımın hatıraları benliğimde uyanmış, gizli bir özlem beni sarmıştı. Gidip yanlarına oturdum, ev halkıyla beraber keyiflice bir güzel yedim. Ayrılırken içi ekmek ve peynir dolu bir bohça uzattılar: “Eğer karnın acıkırsa yersin!” Hakim ve diğer arkadaşlar benim bu hareketimi garipsemişlerdi. Kendilerine teklif ettiğim ekmek ve peyniri de rüşvet olur düşüncesiyle reddettiler. Akşama doğru keşif işini bitirip yola koyulduk. Aramızda bu bölgeyi bilen kimse yoktu. Cipimiz dağ yollarında gelişigüzel yol alır gibiydi. Kervansaray köyüne yakın gelince birisi el kaldırıp bizi durdurmak istedi. Herhalde Iğdır’a kadar bizimle yolculuk etmek istiyordu. Hakim Bey telaşlanıp: “Jandarmaların silahını alıp bizi öldürür” dedi. Gece bastırmış, yolumuzu kaybetmiştik. Önümüze çıkan, tanımadığımız dağ köylerine gittik. Korna çalıyoruz ama kimse evinden çıkmıyor. “Herkesin düşmanı var korkuyor olmalılar”, diye düşünmüştüm. En büyük korkumuz arabamızın arızalanması veya benzinimizin bitmesiydi. Bu bitmeyen dönüş yüzünden karnımız epeyce acıkmıştı. Hakim ve arkadaşları, bohçadaki, “rüşvet” dedikleri ekmek ve peynire aç kurtlar gibi saldırdılar. Sabaha doğru Iğdır görünmüştü. “Avukat üzümlü kek yer..” Zor köyünde keşif işine hazırlanıyordum. Müvekkilim ince düşünceli 253 Türkan Aydın biri olmalı ki Mecit (Hun) Bey’in pastanesine gidip şöyle bir ricada bulunmuş: “Avukat hanımı köye götüreceğim. Karnı acıkırsa acaba ne yer?” “Elbette üzümlü kek!” Garsonlar saf köylüye kocaman paket içinde üzümlü keki tartıp vermişler. Adam elindeki paketi övünçle sallayarak geldi: “Avukat hanım bu pastayı sizin için aldım” Akşam keşif işi bittiğinde karnımız acıkmıştı. Müvekkilim özenle paketi orta yere açtı. Gün boyu sıcaktan mı yoksa pastane de çalışanların azizliğinde mi paketin içinden vıcık vıcık bir şey çıktı. Yenilmesi imkansızdı. Ben durumu kurtarmak için müvekkilime yumuşak bir sesle: “İyisi mi sen bu pastayı akrabaların arasında pay et, ben böyle şeyleri her gün yiyorum. Bana sadece peynir ekmek verseniz yeterli!” dedim. “Ha o Kürt ha bu Kürt” Avukat İsmail Alaca aşiret kökenliydi. Bu yüzden çekinmeden Kürtlere ait etnik fıkraları ya anlatır ya da yaratırdı. Bir soygun olayı nedeniyle mahkeme salonunda karşı karşıya gelmiştik. Aşiret kökenli müvekkilim suçsuzdu. İsmail Alaca işin içinden çıkamayınca hakime benim müvekkilimi göstererek şöyle dedi: “Hakim bey hepimiz biliyoruz ki böyle becerikli soygunu yapa yapa bir Kürt yapmıştır. Ha o Kürt ha bu Kürt, ne fark eder?” Politika Kurları Politikaya hiçbir zaman istek duymadım. Hiçbir partinin üyesi değildim. Buna rağmen seçimden seçime insanlar yanıma gelir beni politikaya heveslendirirlerdi. Bunlardan biri de Hamit Hun idi. 1973 yılında bir gün büroma gelip şöyle dedi: “Türkan hanım, bizim Mecit ve arkadaşlarla oturup konuştuk, sizi belediye başkanlığına aday göstermeye karar verdik. Bildiğiniz gibi Hüseyin Akbulut kale gibi duruyor. Onu yıksa yıksa ancak siz yıkabilirsiniz. Üstelik siz Kürt ve Azeri insanları arasında bitarafsınız. Herkes oyunu size verecektir.” Tarafsız bir profilim olduğu doğruydu. Aşiret arasında sevilip sayılıyordum. Müvekkillerimin büyük çoğunluğu Kürt idi. Doğup büyüdüğüm İdirmava’dan bütün meslek hayatım boyunca tek bir dava bile almamıştım. Bazen de milletvekili adayları bana gelir: “Aman Türkan hanım falanca köydeki delegelere söyle de beni de yazsınlar. Senin hatırını kırmazlar!” 254 Iğdır Sevdası Aktif siyasete çok yakın geldiğim bir an oldu. Kars DP il başkanlığı milletvekili adayı olmam yönünde beni ikna etmeye çalışıyordu. Tek bir koşulla buna kabul edeceğimi söyledim: Eğer Iğdır’daki ilçe teşkilatı feshedilip isteğim doğrultusunda yeniden oluşturulursa. Bu isteğim, bazı kesimler tarafından engellendi. Mecit Hun Mecit Hun siyasetin içinde birisiydi. Lise mezunuydu ama kültürlü bir insandı. Özellikle edebiyatı çok kuvvetliydi. azdı. Doğudaki lise mezunları ya Karabekir Paşa’nın “yetim okulları”nda okuttuğu öğrenciler arasından ya da Mecit Bey gibi tek tük kendi çabasıyla okuyanlardı. Mecit Bey’le ilgili şöyle bir anım olmuştu: “Yazsa yazsa bunu ancak Mecit Hun yazabilir...” Bir ağır ceza davası nedeniyle dilekçe yazmıştım. İyi tarafıma gelmiş olmalı ki dilekçe okunduğu zaman insan üzerinde mükemmel bir etki bırakıyordu. Mahkeme heyeti uzun dilekçemi sonuna kadar okudu. Normalde heyet dilekçeyi sonuna kadar okumaz, bir göz attıktan sonra ne olduğunu anlayıp bir kenara koyardı. Ama o gün benim dilekçeyi zevk ve heyecanla sonuna kadar okumuştular! Heyet bana döndü: “Bu dilekçeyi kim yazdı?” “Ben yazdım!” “Siz böyle güzel bir dilekçe yazamazsınız Türkan Hanım!” Çok avukatlı bir davaydı. Avukatlar arasında “Bu dilekçeyi kim yazabilir?” şeklinde bir tartışma başladı. Sonuçta , “Böyle bir dilekçeyi yazsa yazsa ancak Mecit Hun yazabilir” sonucuna vardılar. Ben yemin billahi ettimse de kimseyi inandıramadım. Eşkıyalar Arasında Dağlar eşkıyalarla doluydu. Bana karşı hep hürmetkâr davranırlardı. Arada bir karşıma çıkar sohbet bile ederlerdi. Dört jandarma ben ve hakim Tuzluca’da keşfe çıkmıştık. Dönüşte eşkıyalardan biri usulca bana yaklaştı: “Abla arkadaşlarla karar verdik gelip jandarmaların silahına el koyacaktık ama sen korkarsın diye yapmadık” “Ben korkmazdım ama Hakim bey çok korkacaktı!”, diye cevapladım. “Nöker! Nöker!” Cahil insanlarla karşı karşıya gelmek insanın içini sıkıntıyla doldurur255 Türkan Aydın du. Özellikle onların hakaretine maruz kalmak gerçekten de çok acı oluyordu. Adamın birisinin trafikle ilgili bir davası olmuştu. Sigortadan ne kadar para aldığını mahkemeye bildirmek zorundaydım yoksa dava reddedilecekti. Bu nedenle adamı sorguya çektim, arabasının hangi sigortaya bağlı olduğunu ve para alıp almadığını sordum. Ses çıkarmıyordu. “Git öğren!” diye önerince bu kez de “Yapmam!” dedi. Bunun üzerine. “Hadi git bir düşün sonra gel!”, dedim. “ ‘Hadi’ sensin be kadın! Nöker! Nöker! (Hizmetçi!) paramla çalışıyorsun çok konuşma!”, dedi. Ertesi gün geldiğinde dosyasını eline verip odamdan def ettim. “Kadın olmasaydın..” Avukat arkadaşlardan birisi İstanbul’a nakil olmuştu ancak dosyaları büromdaki kasada saklıydı. Arada bir gelip davalarına girip, tekrar İstanbul’a dönüyordu. Almanya’dan gelmiş birisi bu avukatla olan dosyasını benden istedi. Veremeyeceğimi söyledim. Adliyedeki avukatlar odasına geldi arkadaşlarımın arasında tehdit etti: “Kadın olmasaydın sana gösterirdim!” “Farz et kadın değilim. Yap yapacağını!, diye bağırdım. Suskun, çekip gitti. “Avukatların söylediğine inanma...” Yaş tashihi (düzeltilmesi) davası almıştım. Almanya’ya çalışan işçi 21 yaşındaki kızının yaşını 17’e indirip kendisiyle beraber götürmek istiyordu. Çünkü 18 yaşından küçük çocuklar için vize gerekli değildi. Mahkemeyi çabuklaştırmak için Aralık mahkemesinde dava açtım. Müvekkilim dava günü sabah erkenden büroma geldi: “Avukat hanım sabaha kadar uyuyamadım, sen de uyuyamadın değil mi?” “Ben öyle her davada uyumasam ömrüm boyunca uykusuz kalırım”, dedim. Hep birlikte Aralık’a yola çıktık. Yanımızda bir de yalancı şahit götürüyoruz. Ben ona ne söylenmesi gerektiğini öğretmeye çalışıyordum: “ De ki bu kız benim kızla akran, aynı yıl dünyaya gelmişler, doğumları şöyledir falan...”. 256 Iğdır Sevdası Çıktık mahkeme önüne. Hakime hanım sorunca yalancı şahit her şeyi olduğu gibi anlatmaya başladı: “Bu kız 21 yaşında benim kız da onunla aynı yaşta” Ben terliyorum bir yandan da yalancı şahide, “Hani bu sabah arabada konuştuğumuz gibi anlat...” diye sıkıştırıyorum. Hakime hanım bana şaşkın baktı: “Avukat hanım ne yapalım?” “Siz bunu dinlemeyin, kızın yaşı 17 olmalı”, dedim. Dışarı çıkınca yalancı şahide niçin böyle yaptığını sordum: “Vallahi dava sahibi dedi ki sen avukatları dinleme, onların sözlerine inanılmaz.” Iğdır Dedikodu Kaynıyor Iğdır insanın en zayıf yönü dedikoduya itibar etmesidir. Annemle kalıyordum. Annem olmayınca tek başıma kalmak zorundaydım. Bir kadının evlenmeden tek başına kalmasını nedense Iğdırlı anlayışla karşılamıyordu. Bunu bildiğim için dikkat etmeye çalışırdım. Tanımadığım birisine kapıyı açmazdım. Öylesine bir beceri kazanmıştım ki sokakta yürüdüğüm zaman insanların yüzüne bakmamayı öğrenmiştim. En ufak bir şeyde olmadık dedikodular ortalığa yayılıyordu. Hele bir keresinde güya ben gazeteye evlenmek için ilan vermişim diye bir söylenti ortalığa yayılmıştı. Bir sabah evden büroya giderken adamın biri önüme çıktı, “Avukat hanım gazetedeki ilanınızı okudum” dedi. Ben de, “Ne ilanı” diye sorunca adam sırıtarak, “Evlenme ilanınız” diye cevaplamasın mı! Çok sinirlendim elimdeki çantayı kafasına indirdim. Kadın olarak bu mücadeleyi yürütmek beni çok yoruyordu. Ama inatla dedikodulara direniyordum. Bir gün Ataman Yalçın bana şöyle dedi: “Türkan hanım siz taş mısınız? Nasıl dayanıyorsunuz?” 1981 yılında İstanbul’a kesin dönüş yaptıktan sonra Iğdır’da bunca sene çektiğim acılar aklıma geldikçe kendime kızmadan edemedim. Keşke hiç Iğdır’a gitmeseydim, diye hayıflandığım çok oldu. İlk yıllar rüyamda kendimi Iğdır’a geri dönmüş olarak görürdüm, ter kan içinde uyanır, beni teslim alan kabusu soluklanarak unuturdum. Ağrı dağında keşif Ağrı Dağı eteklerindeki bir mezrada(Korhan veya Axura ) bir cinayet işlenmişti. 15 yaşındaki çoban dağın yamacında öldürülmüştü. Cinayet iki köyü daha doğrusu iki aşireti karşı kaşıya getirmişti. Or257 Türkan Aydın talık yalancı şahitle doluydu. Bütün ifadeler karşı tarafın ileri gelenlerinin aleyhine yapılıyordu. Ben de onların vekiliydim. Avukat arkadaşlar ve hakimle beraber yola çıktık. Önümüzden bir traktör yavaşça gidiyor, yol açıyor biz de onu izliyorduk. Öyle bir noktaya geldik ki artık arabamız tepeleri çıkamaz oldu. Hep birlikte yayan yola koyulduk. Ne ilginç yerler di öyle! Ormanlık bir tarafta, kayalıkların arasında vahşi hayvan inleri...Doğrusu ürperti vericiydi. Orada burada kilise kalıntıları, eski bir şehrin yıkık izleri vardı. Bu arada birkaç at getirdiler. Ben daha önce ata binmesini öğrenmiştim. Atı tek başıma sürmezdim, birisi geminden tutup atın başını çeker bende üzerinde kendimi dengelemeye çalışırdım. Hakim arkadaş Batıdan gelmeydi. Hayatında ata yakın bile gitmemişti. Korkuyla ata binerken ben şaka yollu: “Hakim Bey, ben sadece atın başını tutturuyorum, siz hem başını hem de kuyruğunu!” Kafilemiz çok yoruluyordu. Hatta bazı arkadaşlar, “Bari normal bir yerde cinayeti işleselerdi” diye mırıldanıyorlardı. Cinayetin işlendiği yer İran sınırından uzak değildi. Birden karşı dağlarda İran’dan gelmiş Kürt aşiretinin atlıları göründü. Amaçları karşı aşireti tehdit etmek, bizleri sindirmekti. Jandarma eşliğinde keşfi tamamlayıp geri döndük. “Hakim bey bütün bu çocuklar yetim kaldı..” Yüzbaşılar köyü başka bir köyle mera yüzünden kavga etmiş arada bir kişi ölmüştü. Karşı köy bu ölüm olayından Yüzbaşılar köyünün ileri gelenlerini sorumlu tutuyordu. Bu dava da Yüzbaşılar köyünün vekiliydim. Dava her defasında trajik bir hal alıyordu. Karşı taraf mahkeme heyetini duygusal olarak etkilemek için ilginç taktiklere başvuruyordu. Bir keresinde güya öldürülen adamın yetim kalmış çocukları diye köyün sahipsiz tüm çocukları mahkeme salonundaki sıraya oturtulmuştu. Davacılardan biri: “Hakim bey bakın bütün bu çocuklar yetim kaldı!” Dava aylarca sürdü. Herkes tahliye oldu geriye yaşlı bir amca kaldı. Son celseye hazırlanıyordum. Mahkeme koridorunda salona girmek için bekliyorduk. Yüzbaşılar köyü muhtarı yanıma yaklaştı: “Avukat hanım bak karşı taraf falanca kız çocuğunu yalancı şahitliğe hazırlıyor, ona jandarmaların arasında ki sanığı gösteriyorlar.” Mahkeme salonunda gerçektende bu kız çocuğu yaşlı sanığı parmağıyla mahkeme heyetine göstererek cinayeti onun işlediğini söylüyordu. Önce biraz şaşırdım fakat çabuk toparlandım. Bu kızın yalancı şahitliğe koridor da 258 Iğdır Sevdası iken hazırlandığını isterlerse muhtarın ifadesine başvurabileceklerini söyledim. Nitekim içeri çağrılan muhtar da benim söylediklerimin aynısını teyit edince son sanıkta beraat etmişti. Kürtlerde Adam Öldürme Kürtler en çok adam öldürme yüzünden mahkemelik oluyordu. Çoğunlukla bir hiç yüzünden birbirlerini öldürüyorlar sonra hep beraber mağdur oluyorlardı. Bir bakıyorsun bir baba gelmiş kendi kızını öldürmeyi planlıyor. Kızı aylar önce birisine kaçmış, nikah kıydırmış, neredeyse çoluk çocuğa kavuşmuş ama baba hâlâ namus davası görüyor, “ölüm”diyor başka bir şey demiyor. “Avukat hanım sizden ricam, ben onu öldüreceğim siz de beni kurtarın, olur mu?” Böyle önerilere cevabım çok sert olurdu: “Hayır, kurtaramam! Üstelik aleyhine şahit olurum, bilesin!” Öldürme olayı nedeniyle yanımıza jandarmaları alıp köy yerine gider sanığı yakalardık. Böyle anlarda karşı taraf garip tekliflerle bana gelirlerdi: “Avukat hanım jandarmalara söyleyin adamı arkaya koysunlar biz intikamımızı alacağız. Dayanamıyoruz. Yoksa namusumuz iki para olur!” Bu yetmezmiş gibi çocuklara silah verip adliye binasına sokarlardı. Bir keresinde avukat Ali Karageyim taraflardan birinin içeriye silah soktuğunu bana ihbar etti. Mahkeme heyetini durumdan haberdar ettim. Bu kez, “Türkan hanım korktu” diye dedikodu çıkardılar. “Hakim bey ben bayıldım..” Kürtler arasında öteden beri uygulanan bir gelenek vardır. Öldürme olaylarını takiben tarafları bir araya getirip barıştırmaya çalışırlar. Amaç ya daha fazla kan dökülmesine engel olmak ya da verilen ifadeleri geri almaktır. Jandarmada verilen ifadeler hiçbir cezai kovuşturma olmadan reddetmek mümkündü. Bu yüzden barış görüşmelerinin sonucuna göre bir bakıyorsunuz şahitlerin ifadeleri değişmiş. Bazen gülünç durumlar da ortaya çıkıyordu. Bir keresinde 48 şahit daha önce vermiş oldukları ifadelerin geçerli olmadığını beyan edip sırayla: “Hakim bey vallahi o anda ben bayıldım bir şey görmedim.” Hakim neredeyse çıldıracaktı. Kızgınlıkla: “Yahu Allah ve peygamber aşkına! İçinizden bir tane bayılmayan yok muydu?” 259 Türkan Aydın şaşkın, Bazen de yalancı şahit Türkçe konuşmayı reddederdi, “Ez Tırki nızanım!” (Türkçe bilmiyorum), derdi. Mahkeme heyeti “Ama nasıl olur, daha dün jandarmada Türkçe ifade vermişsin!” Tercüman çağrılırdı. Önceki ifadesinde “Elimde silah vardı” diyen adam, “Hayır elimde silah yok!” diye inat ederdi. Sıkıştırdıkları zaman gülerek, “Canım şu anda elimde silah yok demek istemiştim” diyerek ustaca aradan sıyrılırdı. En Çok Korktuğum An Iğdır terörle boğuşuyordu. İstanbul’a kesin dönüş yapmaya hazırlanıyordum. Akşam dört surlarıydı. Su ambarına giden yolda tek başıma yürüyordum. Birden çok yakın bir yerden silah sesleri geldi. Tehlikeli bir durumun olabileceğini sezmiştim. En yakındaki bahçe kapısına atıldım fakat kilitliydi. Bu kez berber Nağı’nın kapısına dayandım. O da kilitliydi. Duvara dayanıp öylece beklemeye karar verdim. Karşımda maskeli dört kişi belirdi. Ellerinde silah vardı. Bana doğrultular. O anda çok korkmuştum. Vücuduma bir sıcaklığın yayıldığını hissettim.”Herhalde vuruldum, kanın sıcaklığı bedenimi sardı” diye düşündüm. Bir şey demeden çekip gittiler. Meğerse Ali Işık’a ait kahveyi tarayıp kaçıyorlarmış! Yardımıma koşanlar o an rengimin simsiyah olduğunu bana söylemişlerdi. Terör Korkusu Akşam karanlığıyla herkes evine kapanıyor, penceresine kum torbalarını ve tenekeleri yığıp öyle uyuyordu. O gece birden bire evimin tarandığını hissettim. Gidip pencereyi kontrol ettim. Cam kırıkları falan vardı. Geceyi holde geçirdim. İşin garip tarafı sabahleyin uyandığımda pencerenin sağlam olduğunu gördüm. Anlaşılan terör korkusu rüyayla gerçeği birbirine karıştırmıştı. 260